Recep Durul
18. yüzyılda İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi, bu ülkeyi ufuklarında güneşin batmadığı bir imparatorluk haline getirmekle kalmamış, tüm dünyaya ekonomik büyüme ve zenginleşmenin temel dinamiğinin sanayi üretiminden geçtiği mottosunu aşılamıştır. Sanayi Devrimi, 1850'den sonra Fransa, Hollanda gibi Avrupa ülkelerini, ardından Kuzey Amerika, Rusya ve Japonya'yı da içine almıştır. Küresel ölçekte tüm üretim tesisleri 21. Yüzyıla kadar “daha yüksek teknoloji, daha fazla üretim, daha fazla kazanç” sloganları ile artan talebi karşılarken daha yüksek kar hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmışlardır. 
Öte yandan, kent merkezlerinde faaliyet gösteren fabrikaların ihtiyacını karşılamak üzere kırsaldan kent merkezine göç eden işçiler de kentlerin nüfusunun hızla artmasına yol açmıştır. Bir yandan kontrolsüzce kurulan fabrikaların atıklarının çevre ve insan sağlığını hiçe sayarak üretim yapması ve atıklarını kentlerin caddelerine bırakmaları, diğer yandan hızlı nüfus artışı ve düşük ücretli çalışanların kentlerin çevresinde oluşturdukları gettolarda yaşam mücadelesi verirken doğal alanları talan etmeleri, dünya tarihinin o güne kadar görmediği düzeyde bir çevre kirlenmesini beraberinde getirmiştir. Ayrıca, Sanayi Devrimi ile birlikte geliştirilen yeni teknolojilerle seri üretim yöntemlerinin kullanılması üretim esnasında daha fazla doğal kaynağın kullanılmasına ve üretim sonrasında daha fazla atığın ortaya çıkmasına yol açmıştır. Üstelik teknolojik yenilikler sadece sanayi sektöründe değil, geleneksel tarımsal üretim yöntemlerini de terk etmeyi sağlayacak yeni tarımsal üretim teknolojilerini de kapsıyordu. Teknolojik tarım da beraberinde yeni çevre sorunları getirmeye başlamıştır. Ancak söze başlarken ifade ettiğimiz gibi kalkınma, büyüme ve zenginleşme ülke yönetimlerinin gözlerini öylesine parlatmıştı ki çevre ile ilgili ortaya çıkabilecek sorunlar “kalkınmanın küçük bir bedeli (!)” olarak görülmeye başlandı. İngiltere ve ABD, 20. Yüzyılın ilk yarısında kent merkezlerinde fabrika üretimlerinin yaşam kalitesini ve çevreyi olumsuz etkilediğini fark ederek Londra ve New York gibi önemli şehirlerinde kentsel dönüşümü gerçekleştirmiş ve yaşanabilir bir çevreye sahip kent planlamalarını yapmaya başlamışlardır. 
Ancak gelişmekte olan ülkeler açısından durum pek öyle olmadı. Dünya Bankasının 1960lı yıllarda kalkınmanın anahtarı olarak gösterdiği sanayileşme süreci, tüm gelişmekte olan ülkelerin temel kalkınma modeli olarak kabul edildi. Türkiye de benzer bir sürece girerek 1960lı yıllardan itibaren tarım sektörü yerine sanayi sektörüne ağırlık verirken, çevrenin bozulumu ve çevrenin kirlenmesine karşı tedbirler kalkınmanın bir bedeli olarak göz ardı edildi. 
Uzun yıllar boyunca göller, denizler ve toprak fabrikalar tarafından kirletilirken, bitki ve hayvanların doğal yaşam alanları sanayileşme ve üretim artışı gerekçeleri ile kurban edildi. 2000li yıllarla birlikte ozon tabakasının delinmesi, güneşten gelen zararlı ışınların atmosferi geçip insan sağlığını tehdit etmesi, artan üretime paralel olarak artan karbondioksit emilimi, sera gazlarının artan olumsuz etkisi ve nihayetinde iklim değişiklikleri tüm dünyanın gözünün çevre konularına yönelmesine sebep oldu. Son yıllarda sıklıkla yaşanmaya başlanan seller, yangınlar ve fırtınalar iklim değişikliklerinin sebep olduğu doğal felaketler olarak ağır can ve mal kayıplarıyla tarihteki yerlerini aldı.
Bu çerçevede, Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri ve Kyoto Kriterleri gibi girişimler küresel ölçekte çevrenin korunması ve sürdürülebilirlik ilkelerinin oluşturulmasını sağladı. İlginç bir gelişme olarak, küresel ölçekte çevreyi en fazla kirleten ülkelerin başında gelen ABD, Trump’un Başkanlığı döneminde çevre kirliliğine karşı sıkılaştırıcı tedbirlere karşı çıktı. ABD’nin en fazla çevreye zarar veren ülke olmasına rağmen çevreyi dikkate almadan üretime devam edeceğini açıklaması, ciddi bir hayal kırıklığı oluşturmuşsa da Avrupa ülkeleri başta olmak üzere dünyanın geri kalanında sürdürülebilir çevre için önemli girişimler başlatılmasına engel olamamıştır. ABD’den sonra en fazla çevreyi kirleten ülke olan Çin, son yıllarda sürdürülebilirlik, yenilenebilir enerji ve elektrikli otomobil üretimi konularında dünya lideri olarak önemli girişimlerde bulunmuştur. Yüksek çevre kirliliğine sebep olan fosil yakıt üretimi ve kullanımını en aza indirmek maksadıyla tüm dünyada elektrikli otomobil kullanımı ve üretimi giderek daha fazla yaygınlaşmaktadır. Ancak hemen ifade etmek gerekir ki elektrikli otomobillerin ömürlerinin 8-10 yıl olduğu ve bu otomobillerde kullanılan pillerin kullanım ömürleri bittiğinde çevreyi kirletmeden nasıl imha edileceği de halen çözümlenmemiştir. Bu olumsuz duruma rağmen, elektrikli araçların karbondioksit emilimi, benzinli ve motorinle çalışan araçlara göre neredeyse sıfır olduğu için şimdilik çevreye en uygun araç olarak kabul edilmektedir. Çevreye dost teknoloji kullanımı konusunda çabalar konut yapımından tarımsal üretime, kozmetikten turizme kadar çok farklı alanlarda kendini göstermekte ve küresel bir bilinç artışına işaret etmektedir.
Genel olarak, gelişmiş ülke toplumlarının çevrenin korunması ve sürdürülebilir çevre ve üretim konusunda daha yüksek bir hassasiyet ve bilinç düzeyine sahip olduklarını söylemek mümkündür. Tersine, daha yoksul toplumlarda çevre bilinci oldukça düşüktür. Ülkemizde de son yıllarda çevrenin korunması, kent merkezlerinin doğal yaşam alanlarını bozmadan çevreye dost teknolojilerle yapılandırılması ve sanayi üretiminde de sürdürülebilirlik ilkesi çerçevesinde üretim yapılması konusunda önemli girişimler gerçekleştirilmiştir. 
Üretim tesislerinin atıklarının çevreye en az zarar verir düzeyde filtrelenerek imha edilmesi, çöpten biyoyakıt üretimi ve döngüsel ekonomi kapsamında plastik başta olmak üzere kimi kullanılmış ürünlerin yeniden ekonomiye kazandırılması Türkiye’de son yıllarda ilgili bakanlıklar tarafından oldukça dikkatle takip edilmektedir. Cumhurbaşkanımızın eşi Sayın Emine Erdoğan hanımefendi tarafından başlatılan “Sıfır Atık” projesi de Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı tarafından ödül almıştır. Özellikle günlük hayatta daha az plastik kullanımının hedeflendiği proje kapsamında marketlerde alınan ürünleri paketlemek için kullanılan plastik poşetlerin ücretsiz verilmesinin sonlandırılması ile plastik poşet tüketimi düzeyinde önemli bir azalma sağlanmıştır. Bunun yanında nehir, göl ve tarım alanları yakınında faaliyet gösteren fabrikaların kent merkezleri dışına taşınması ve çevre kirletme düzeylerini azaltacak şekilde filtreleme zorunluluklarının getirilmesi, standartlara uygun üretim yapmayan fabrikaların cezalandırılması gibi tedbirler önemli girişimler olarak sayılabilir. 
İçinde yaşadığımız çevreyi korumak ve her alanda sürdürülebilirliği sağlamak toplumun tüm bireylerinin ortak görevi ve menfaatidir. En az bize bırakıldığı kadar kaliteli bir çevrede yaşamak bizden sonra dünyaya gelecek nesillerin de hakkıdır. Sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir üretim çabalarına katkı sağlarken zaman zaman maliyetlerin artması ya da işletmelerin sıkı kontrollere maruz kalması iş insanları açısından çok arzu edilmeyen durumlar ortaya koyabilir. Bu noktada şu tercihi kendimize hatırlatmamız gerekir: “Ya sürdürülebilir çevrede sürdürülebilir bir geleceğe sahip olacağız, ya da sürdürülemez olacak ve kendi kıyametimizi koparacağız”.