Kendilerinin çok önemli olduğuna inanan erkekler, genellikle TV ekranlarına kırmızı, yeşil, koyu mavi renklerdeki göz alıcı kravatlarla çıkıyorlar.
* * *
Kravatlarının rengi, yaptıkları açıklamalardan çok daha fazla kalıyor akıllarda gibi...
* * *
Kendileriyle de dalga geçmesini beceren, esprili bir kanatlanmayla çıkabilseler keşke ekranlara ve söze:
-Boynumdaki bu kravatı, biliyor musunuz nereden ve kaça aldım, diye başlayabilseler...
* * *
Böyle içten, bir pingpong raketi ve topuyla topu düşürmeden- “hoptini hop” oynamaya benzer bir konuşma rahatlığı; izleyici kitlelerini de, kendi beyinlerinde yukarı çıkan asansörlere bindirir.
* * *
Bindirir de ne olur?
28 Şubat postmodern darbesi kahramanlarının, kim bilir kaç yaşından başlayarak yıllar boyu giydikleri üniformaların, tümden kaça mal olduğunu merak etmeye başlamak olur.
* * *
Napoleon’da böylesi bir özgüven vardı; kendisine:
-Savaş nedir, diye sorulduğunda:
-Para, para, para, demişti.
* * *
Vaktiyle, beğenilmeyen bir mal, yahut bir kişi için:
-On para etmez, beş para etmez, denirdi.
* * *
Çünkü o zamanlarda üstü “eski Türkçe” yazılı 5 paralar, 10 paralar, 40 paralar, 100 paralar vardı.
Bir yumurta 20 paraydı. 40 para, 1 kuruş sayılırdı.
“Yazı-tura” da 1 kuruşla oynanırdı. Çünkü 1 kuruşun bir tarafında padişahın mührü ve imzası sayılan “Tura”, öteki tarafında da 1 kuruş olduğunu açıklayan bir “yazı” vardı.
* * *
“Nebbaş”lık, yani ölü soyuculuk da parayla ilgili, diri soyuculuk da...
* * *
Hiç gündeme gelmeyen, “uyuşturucu kaçakçılığı davaları” milyarlarca dolarla ilgili.
Acaba “siyasi davalar” ne kadar dolarla ilgili?
* * *
Para...Para...Para...
“Para”nın çoğulu “paralar”...
“Paralar” aynı zamanda, “paramparça eder” anlamına da gelmekte...
* * *
Para sahibi olmayı, yani “paralanmayı” isterken dikkat etmek gerekiyor; çünkü sık sık ters anlaşılıyor...
* * *
Zenginlik de, yoksulluk da kimine göre bir “Takdir-i ilahi”; kimine göre “kader”, kimine göre “şans”...
* * *
“Şans” da, Fransızca bir sözcük, kafiyeleri de öyle; önce avans, sonra alyans, sonra dans...
* * *
Bir pazar sabahı, bizim “pancar motoru”yla bu kadar rüzgârlanma yeter...
* * *
Ha, afedersiniz, aklıma bir şey daha geldi; yumurtanın fiyatı 20 parayken kravata da, “medeniyet yuları” denirdi.
* * *
Öğretmen, sınıfta bir öğrenciyi ayağa kaldırmış soruyor:
-Söyle bakalım su kaç derecede kaynar?
-90 derecede efendim.
* * *
Bir başka öğrenci oturduğu yerden bağırıyor:
-Yanlış, geometride “dik açı” 90 derecede kaynar...
* * *
Gelişmekte olan demokrasimizdeki politik polemiklerde de; ya su 90 derecede kaynıyor, ya dik açı...
* * *
Bir de Refik Tiniş’ten bir fıkra:
Sadrazam Keçecizade Fuat Paşa’ya; 70’lik bir hanımın, 30 yaşında bir gençle evlenmek istediğinden söz etmişler.
Paşa:
-Ahmet müsaade etmez demiş.
Sormuşlar:
-Hangi Ahmet, diye?
Keçecizade Fuat Paşa’nın cevabı:
-Karaca Ahmet...
* * *
Av. Taner Aktop’tan da bir fıkra:
Adamın biri çok şişmanmış. Diyete girip zayıflamak istiyormuş. Doktora gitmiş.
Doktor da, neler yemesi gerektiğini saymaya başlamış:
-Kibrit kutusu büyüklüğünde peynir, 2 tane zeytin, bir dilim ekmek...
Doktorun önerisi bitince, adam da sormuş:
-Peki bunları ben; yemekten önce mi, yoksa sonra mı yiyeceğim?
* * *
Politikanın jargonu ise çok daha özgürce, genellikle:
-Ne bok yersen ye, üstünedir.
Ve yine genellikle de kazık yenir.
* * *
Eşref’ten bir yergi kıtasıyla bitirelim yazıyı:

Alet-i zulm etmede din-ü mübini her biri;
Kurtulup, öyle hükümetlerde millet kalmasın.
İsterim Allah’tan Eşref, hulzs-u kalp ile,
Müslüman namıyla dünyada hükümet kalmasın.