Genellikle aklın, tarafsızlık ve bütünlüğün yanında olduğu ve hayatı muntazam bir bütün olarak gördüğü düşünülür. Şu ünlü klasik ifade ile söylersek, ‘’ dışarıya çıkıp rast gele önümüze çıkan 100 kişiye sorsak’’ büyük çoğunluk, aklın tarafsız olduğunu ve hayatı bir bütün olarak gördüğünü söyleyecektir. Peki bu doğru mu?

Eğer bu doğru ise hayata dair diğer fikirleri nasıl açıklayacağız? Daha doğrusu, böylesi bir durumda diğerlerine rağmen iktidar olma arzumuzu nasıl izah edeceğiz?

Bir an aklın tarafsız olmadığını ve dünyayı bir bütün olarak görmediğini varsayarsak, kendimizi, birinin diğerinden daha geçerli olduğu hükmüne varamayacağımız kısmi bakış açılarının çatışması içine düşmüş buluruz. İşte bu çatışma alanı aslında nesnel olarak neden iktidar talep ettiğimizi gerekçelendiren alanların ta kendisi olur.

Bu şu demektir; esasında aklımız öyle sandığımız kadar tarafsız değildir. Ve dünyayı da ötekinin gördüğü şekilde bir bütün olarak görmüyoruz. Peki bu normal bir durum mu? elbette, normal bir durumdur. Çünkü akıl, hakikatler ve dünyanın durumu, bütünüyle bunların bize nasıl göründüğü ve onlara dair ne bildiğimiz önemlidir ve bütün bunlar onlara dair ne bildiğimize bağlı olarak varolabilen olgulardır. Ve her birimizin bildikleri yekdiğerinin bildiğinden farklı olduğuna göre, burada farklı fikir ve çatışma alanlarının çıkması son derece doğaldır.

Bu noktada değerli olan şey elbette fikirlerimizdir. Fikirlerimizdeki tutarlılığımız bizim esas olarak kim olduğumuz ve hangi kimliğe dahil olduğumuzu belirler.

Tekrar şu ünlü klasik söyleme dönersek ve sokağa çıkıp karşımıza rast gele çıkan 100 kişiye neden iktidar olmak istediklerini sorarsak, yaklaşık olarak şu yanıtları alacağımız neredeyse kesindir. ‘’ Dünyayı daha adil bir yer yapmak için iktidar olmayı isterdim’’ ya da  ‘’ gelir adaletsizliğine son vermek için iktidar olmak isterdim’’ ya da ‘’ Daha demokratik bir toplum yaratmak için iktidar olmak isterdim’’ gibi yanıtlar ağırlıklı olarak ortaya çıkardı.

Demek ki aslında herkes, diğer herkesin de haklarını korumak amacıyla iktidar talep ediyor. Dünyayı daha adil bir yer yapmak, dünyada yaşayan herkesin adalet için hayatını idame etmesini sağlamak demektir. Gelir adaletsizliğine son vermek, bir başka anlamda yoksulluğa karşı amansız bir savaş vermek demektir. Daha demokratik bir toplum yapılandırmak ise herkesin karar mekanizmalarına katılımını sağlamak ve herkesle birlikte her şeyi denetlemeye açık olmak demektir.

Peki ama gerçek anlamda pratikte karşı karşıya kaldığımız durum bu mudur? İktidar talep edip sonradan bizim de katkılarımızla iktidar olanlar, söylemlerine büyük bir tutarlılıkla sahip çıktılar mı? İktidar olanlar bizi mi öncelikleri arasına aldı yoksa kendi çıkarları mı bizden önce sıraya girdi?

Bir ülkede eğer adalet hala çok can yakıcı bir sorun olarak orta yerde ve sahipsiz duruyorsa, bir ülkede gelir dağılımı toplumda korkunç derecede büyük farklılıklar yaratmış ve toplumun büyük çoğunluğu yoksulluk sınırında yaşıyorsa ve eğer bir ülkede hala toplumun büyük bir bölümü karar mekanizmalarının dışında ve etkisiz biçimde hayatını sürdürüyorsa, demek ki o söylemler bir tutarlılığa sahip değildir.

Söylenen şeyler ile yapılan şeyler arasında ortaya çıkan büyük fark ve uçurum, sadece fikri tutarsızlıkla açıklanmaz. Burada fikirden daha büyük önem taşıyan şeyler var. Menfaatler. Büyük çıkarlar var.

Şimdi Kant’ı büyük bir minnetle anımsama zamanı; Ne diyordu Kant;'' ahlaki özsorgulama veya pratik akıl, çıkar eğilimlerinden tamamen arınmış olmalıdır. ''

Peki yaşadığımız iktidar deneyimi ve onun uygulamaları öyle midir? 

Toplumsal hayatımızın birikmiş olan problemlerini çözmek için iktidara talip olmak, iktidar talep etmenin en yaygın ve en meşru sebebidir. Her toplumun kendi tarihsel süreci içinde sorunlar biriktirdiği bilinen bir gerçekliktir. Toplumun daha adil bir yönetime kavuşması ve yöneten-yönetilen ilişkisinin daha çok demokratikleştirilmesi için, toplumun değişik katmanları, bir mutabakat etrafında kenetlenerek bu talebi dile getirirler. Çetin bir seçim yarışından sonra irade sandığa yansır ve bu iradenin temsilcileri de iktidar olarak, toplumun hayatını daha kolay hale getirmek için çaba içine girerler.

Aslında denklem tam da böyle kurulur ve süreç işlemeye başlar. Her iktidar, demokrasi ve toplumsal refah meselelerini çözme vaadiyle işbaşına gelir. Bunun istisnası yoktur. Hiçbir siyasi güç umutsuzluk vaat ederek, toplumun genel çoğunluğunun desteğini sağlayamaz. Söylemler umut doludur ve yarınlar bugünden daha iyi olacaktır. Peki ama neden bu söylem ve vaatler kesintisiz bir süreç olarak yaşamaz ve iktidar sahipleri kısa bir süre sonra bambaşka mecralara savrulur?

Bunun bir tek cevabı yoktur. Dolayısıyla bu savrulma, kopuş ve başkalaşma sürecini tek bir bağlam içinde izah edemeyiz.

Ama bütün dünyada bilinen en tipik neden ‘’güç zehirlenmesi’’ olarak ifade edilir. Ne pahasına olursa olsun iktidar olma arzusu, daha doğru bir ifade ile iktidarda kalma arzusu, bu zehirlenmenin biricik nedenidir. Toplumun ihtiyaçlarına zamanında ve yeterli çözümler üretmeyen iktidarlar, çok kolayca iktidar olmanın imkanlarına sığınarak, daha dar ve daha sert bir politika izlemeye başlarlar.

İktidarın konum olarak kendini daraltıp sertleştirmesi, her şeyden önce onun toplumla kurduğu bağlarını zayıflatır. Çünkü daralıp merkezileşen her iktidar adımı, toplum hayatının demokratik gözeneklerini yıkar ve bu kılcal damarları işlevsiz hale getirir. Bu durum sadece siyasi alanların daralması anlamına gelmez, daha da ileriye giderek merkezileşip kendi özerk alanlarını da silikleştirip zamanla yok etmesi anlamına gelir.

Bir iktidarın kendi ilk amaçlarına yabancılaşması olarak ifade edebileceğimiz bu durum, toplumun geriye kalan bütün katmanlarında bu yabancılaşma ruh halini taşır. İktidar topluma yabancılaşır, toplum da iktidara yabancılaşır. Zaten ilk sertleşme emareleri de bu yabancılaşma sürecinde ortaya çıkar. Önce dil ve söylem sertleşir, sonra da icraatlar ve siyaset yapma biçimleri.

2013 yılından bu yana yaşadığımız şeylerin toplam resmi budur aslında. 2013 yılından bu yana siyasi iktidar hiç bir kriz ve kaos sürecinde toplumun dinamiklerine bağlı olarak pozisyon almadı. Siyasi iktidar öncelikli olarak devlet aygıtı içindeki pozisyonunu sertleştirerek, kriz ve kaosları aşmaya çalıştı.

Aslında halkın dinamizmine bağlı olarak çözümler bulmanın ve uygulamanın en şahane fırsatını 15 Temmuz’da deneyimlemiş olmamıza rağmen, bu yola itibar edilmedi. 15 Temmuz gecesi bu halk sokaklara çıkarak bedenini tanklara karşı siper etti ve  FETÖ’cü darbeyi Beylerbeyi çöplüğüne gömdü.  Bu muazzam dinamizm neden siyasetin omurgası haline getirilmedi?

Halkın demokrasiyi canı pahasına savunması neden demokratikleşmenin en temel perspektifi haline getirilmedi?  Bu büyük demokrasi sınavı neden sadece FETÖ’cü cadı kazanına çevrildi. FETÖ’çülükle bu düzeyde mücadele etme imkanı, neden demokrasinin sınırları genişletilerek yapılmadı? Devleti demokratikleştirmek yerine neden iktidarı sağlamlaştırma yoluna gidildi? Devleti demokratikleştirmek en sağlam ve köklü iktidar olma yolu değil mi?

İktidar talep etmenin en meşru yolu, daha doygun ve tatminkar bir deyimle, iktidara giden yolda en çok meşruiyet devşiren zemin; halk kitlelerine ideolojik, politik ve ekonomik fikir ve söylem içeriklerini önermek, ikna etmek ve son tahlilde bunlara bağlı olarak rıza üretmektir. İktidar olma yöntemi ile iktidarda kalma çabaları aynı meşru zeminde buluşmak zorunda. İktidar talep ederken de önermek esastır, iktidar icraatlarına meşruiyet sağlamaya çalışmak da önermelerden başlamak zorundadır. Çünkü öneri yapılmadan ikna çabası gerçekleşmez. Öneri ve ikna çabası ancak doğru ve meşru zeminlerde rıza üretebilir. Demokratik siyasal düzenlerde, önermek, ikna etmek ve buna bağlı olarak rıza üretmek, adına siyaset denilen faaliyetin özünü oluştururlar.

Bir kez bu temel prensipler çerçevesinde elde edilen iktidar, Artık herkesin iktidarı olmaya adaydır. Bu temel demokratik prensipler etrafında oluşturulan iktidar, bu noktadan sonra, siyasi temsilliyet sorununu çözdüğü için ilke olarak herkese eşit mesafede durmak ve bu mesafeyi korumak durumundadır.

Totalde bütün halkın iktidarı olan bu temsili yapı artık, herkesin refahı ve özgürlüğü için, siyasal çabalarını yoğunlaştırır. Amaç, toplumun değişik siyasi ve ekonomik katmanlarının, olası ihtilaflarının önüne geçmek ve bir bütün olarak toplumun normalleşmesini sağlamaktır.

Tam da bu düzlemde toplumun ideolojik çelişkilerini kaşıyıp, buradan bir ayrışma ve dolayısıyla bir kutuplaşmanın tohumlarını serpmek değildir. İster inanç ister ideoloji ekseninde kutuplaştırılmış toplumlarda adalet, huzur ve refah tam anlamıyla tesis edilemez.

Önermek yerine tepeden buyurmak, ikna etmek yerine, ‘’benim söylediklerim doğrudur, sadece ben gerçeği ifade ediyorum’’ demek, hiçbir durumda sağlıklı bir rızanın üretilmesine hizmet etmez.

Önermek demek sadece demokratik davranış kültürüne işaret etmek demek değildir. Önermek her şeyden daha çok ve öncelikli olarak halka saygı duymak demektir. Ancak halkına saygısını kaybetmiş bir iktidar kendini önermek prensibinden imtina eder.

İkna çabası da çok değerli bir demokratik kültür geleneğidir. İnsan ancak değerli bulduğu varlıkları ikna etme çabasına girişir. Tam ikna tam bir kavrayış mutabakatının ön eşiğidir. Fikirleri ortak aklın ürünü haline getirmenin iknadan başka yolu yoktur. Birleşmenin, birlikte hareket etmenin ve ortak birleştiren duyarlılıklar üretmenin ikna da başka aracı ya da vasıtası yoktur.

Herkesin hem yüreğine dokunmak hem de zihnine ulaşmak ancak ikna çabasıyla olur. İkna çabası olmadan kuvvetli bir hareket birliği sağlanamaz. İkna çabası olmadan yaratıcı çözümlerin anahtarı bulunmaz.

Yukarıda ana hatları ile ifade etmeye çalıştığım demokratik kültürün, günümüzde aldığı biçimlere baktığımız zaman durum hiç iç acıcı değildir. Mevcut iktidarların neredeyse tümünü, halka bir şeyler dayatmanın daha kolay ve daha az maliyetli olduğunu düşünür. Topluma bir şey önermek, önerilen şeyi tartışmaya açmak ve bir ikna eşliğinde rıza üretmek pek rağbet görmüyor. Deyim uygunsa Kanun Hükmünde Kararnameler ve torba yasalar ile iş görmek daha cazip geliyor.

Tabii bu durumun yarattığı ya da vesile olduğu mağduriyetler o oranda artıyor ve çok ciddi biçimde can yakıyor. Evvel emirde bu tutum demokrasiden uzaklaşmak manasına gelir. Demokrasiden uzaklaşmanın ilk adımı da demokratik mekanizmaları işlevsizleştirmektir.

2002 yılında siyasal hayatımızda yerini alan AK Parti, Türkiye siyasetine reformcu, adil ve demokratik bir parti başlangıcı yaptı. 2002- 2013 yılları bu partinin tutarlı siyasi performansına sahne oldu. 2013 yılından sonra da AK Parti ne pahasına olursa olsun iktidarda kalma stratejisini benimseyince söz konusu reformcu, adil ve demokratik parti olma kimliği yavaş yavaş erozyona uğramaya başladı.

Ve Akparti artık mutasyona uğramış bir erozyon partisidir.